Kutlu Özen ve Selahettin Aydemir'in ardından


S
ivas'ın önemli değerlerinden birisi olan Eğitimci/Ressam Selahattin Aydemir'i 2007 senesinde kaybettik. Anne tarafından eniştemiz olurdu kendisi. Çok iyi bir eğitimci, çok iyi bir ressam müthiş bir kemalist ve sert bir adamdı!

Kutlu Özen'i gazetecilik mesleğime adım atar atmaz tanıdım. Hakikat Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapıyor, folklör araştırmalarını gazetede neşrediyorduk. Aynı zamanda Sivas halk Eğitimi Müdürü olarak görev yapıyordu. Kısa bir süre sonra Hakikat Gazetesi'nin yazı işleri müdürü olarak atandım. O süreçte Kutlu hoca ile daha da yakınlaştık. Üzerinde durduğu konular benim de ilgi alanıma girdiği için çok kez bir araya gelme olanağımız oldu.

Hem Selahattin hocamızı hem de bir kaç gün önce Kutlu hocayı kaybettik. Allah rahmet eylesin. Bugün bu iki ismi birebir yan yana getirmek ve onlarla ilgili bir olayı nakletmek istedim. Her ikisinden de ayrı ayrı dinlediğim bu konu bu iki değerimizin yollarının nasıl kesiştiğini de aktarmak açısından önemli. Bir nevi tarihe de not düşmüş olacağız!

Gelelim konumuza:

Tarih 20 Mart'ı 21 Mart'a bağlayan gece! Yıl 1971. Büyük halk ozanı Aşık Veysel ölüm döşeğinde. Akciğer kanseri teşhisi konulduktan sonra her gün biraz daha ölüme yaklaşıyor.

Dönemin Sivas valisi Celal Kayacan Şarkışla Kaymakamı'ndan Aşık'ın genel durumu ile ilgili sürekli bilgi alıyor. Artık 21 Mart'ın ilk saatleri. Aşık Veysel'in durumu giderek ağırlaşmaya başlıyor. Gece 03.30'da büyük çınar bir daha açmamak üzere gözlerini kapatıyor.

Şimdi konuyu Kutlu Hoca'nın kaleminden nakledeyim:

Öğretmenim Selahattin Aydemir, Resim öğretmeni arkadaşım Özdemir Baran, Veysel’in  maskını almak istemişler, bana da uğradılar. Gerekli malzemeleri aldık, yola çıktık. Şarkışla ile Sivrialan köyü arasındaki uzaklık 30 km.’den fazla. Yol çok arızalı. Ancak Kaymakamlığını verdiği jiple gidebildik. Biz köye girerken rüyada gibiydik. Okulun bayrağı yarıya kadar indirilmişti. Köylüler damlarda, duvar diplerinde sessiz ve donuk gözlerle bize bakıyorlardı. Okul kapalı olduğu için öğrenciler sokaklarda siyah önlükleri ile Veysel’in yasına katılmışlardı.

“Veysel’in evi” dediler. Arabadan indik, içeri girmek için oldukça zorluk çektik. Çok kalabalık vardı. Civar köylerden de gelenler olduğunu söylediler. Evin iki odası var.  Bizi kapıdan girişte sol kol üzerine düşen odaya aldılar. Oda kapısının hemen karşısında bir sedir ve sedirin sağ köşesinde Veysel’in yatağı vardı. Veysel’in üzerini yatak çarşafı ile örtmüşlerdi. Yorganı katlayıp duvara dayamışlardı. Kapıdan girişte sol kol üzerinde bir sedir daha vardı. Pencere önünde ve sedirin üzerinde ziyaretçiler oturuyordu. Veysel’in yatağının baş tarafında ve köşede iki saz asılıydı. Birisi meydan sazı, diğeri cura idi. Bu köşede  ayrıca sağlığında çektirmiş olduğu fotoğraflar vardı. Diğer köşede ise Atatürk’ün büyük boy portresi asılı idi.

Biz odada iken içeriye bir kaç tane yaşlı kadın girdi. Veysel’in yüzündeki örtüyü açtı. Hep birlikte “Uyuyor!…” dediler. Biz de ölünün soğuk yüzünü ilk defa o zaman gördük. Başında her zamanki takkesi vardı.”

Yine aynı yazımda Aşık Veysel’in maskının alınma  işlemini birkaç satırla şöyle anlatmıştım:

“ Taziyeden sonra, küçük oğlu Bahri Şatıroğlu’na babasının maskını alacağımızı söyledik. Anlayışla karşıladı ve kabul etti. Alçıyı kardık ve yüzüne döktük. Bu sırada yanımıza Aşık Ali İzzet Özkan da gelmişti. Kalıp alma işi bittikten sonra Veysel’in ruhuna Fatiha okuduk.”

O zaman bu kadarla yetinmiş; fakat ayrıntıya girmemiştim.  Çünkü bu teknik bir konu idi. Ama bu makalemde istemiyerek teknik bir konuya da gireceğim. Artık bu kaçınılmaz durum oldu.

O yıllardaki Sivas Valisi Sayın Celal Kaya Can, Aşık Veysel’in ölümünden hemen sonra Selahattin Aydemir Hocamı aramışlar. Hocam da durumu Özdemir Baran’a ve yine resim öğretmeni olan Yusuf Toprak’a duyurmuş. Ben o yılarda Dört Eylül Ortaokulu’nda Türkçe öğretmeni idim.

Sabahın erken saatlarıydı; Selahattin Bey okula geldi. Özdemir Bey’le bir şeyler konuştu. Ben, kendilerine önemli bir şey mi var? diye sorunca:

– Aşık Veysel vefat etmiş, yüzünün maskını almaya gideceğiz, dediler.

Ben de kendilerinden beni de götürmelerini rica ettim. Önce razı olmadılar, sonra peki, dediler. Benden biraz zeytinyağı, bir eski naylon çorap ve bir miktar pamuk ile gazete kağıdı almamı istediler. Eve gidip malzemeleri aldım. Kendileri de hazırlıklı gelmişlerdi. Çimento Fabrikası’na uğrayıp tuğla çamuru da aldık.

Şarkışla’ya öğle üzeri vardık. Bir lokantada öğle yemeği yedikten sonra  Şarkışla Kaymakamı’na uğradık. Aşık Veysel’in hanımına ve çocuklarına hitaben yazılmış bir izin yazısı aldık. Köye öğleden sonra varabildik. Aşık Veysel’in cesedinin bulunduğu oda karanlık  olduğu için köylülerden lüks lambası istedik. Ayrıca bir de çalışma masası getirttik.

Sayın Hocam Selahattin Aydemir, karşı odada kaldı. Kalıp alma müddetince de bu odadan bize seslenmek suretiyle yardımcı oldu. Selahattin Bey gibi, Özdemir Baran da cenazeden korktuğu için mask alma işi bana düştü.

İlk önce  Aşığın kafasındaki takkeyi çıkardım. Sonra naylon çorabı kafasına geçirdim. Kalıp alınacak yerleri açık bırakmak suretiyle geriye kalan bölümlerini çamurla doldurdum. Burnuna pamuk tıkadım; gözlerini ince bir pamuk örtüsüyle kapadım. Bu işlemler bittikten sonra arap sabununu fırçayla yüzüne sürdüm. Ayrıca bazı yerlerine de zeytinyağı sürdüm. Bu işlemler bitince Özdemir Baran’ın kardığı alçıyı Aşığın yüzüne döktüm. Alçı dökme işlemi bitince Selahattin Bey, karşı odadan seslendi:

– Alçı ısınana kadar bekleyiniz!…

Rahmetli Aşık Ali İzzet Özkan, Bahri ve Ahmet Şatıroğlu ve diğer ziyaretçiler yanımızda idiler; bizi merakla izliyorlardı.

Kalıp donunca, benim gücüm yetmediği için köylüleri yardıma çağırdım. Köylüler Aşık Veysel’in yüzünden alçı kalıbı çıkardılar….Bu sırada kalıba Aşığın kaşı, kirpikleri ve bıyıkları yapışmıştı… Çocuklarının bu duruma üzüldükleri belliydi. Yanlış hatırlamıyorsam Bahri Şatıroğlu:

– Baba, hayatında çok eziyet çektin; şimdi bile eziyet bitmiyor, dedi.

Bu Kutlu hocamızın naklettiği.

Bir de Salahattin Aydemir'in aktardığı var ki bu daha farklı bir gelişmedir.
Selahattin Aydemir'e o mask hikayesini anlatmasını yine aramızdan ayrılan gazeteci büyüğümüz Fikret Ünsal ile birlikte dinledik. Selahattin Hoca o dolu dolu sesi ile başladı anlatmaya!

Bunlar içerde mask alacaklar. Durumu tarif ettim nasıl yapacaklarını anlattım. Kutlu'da onların içinde.

Ozan'ın yüzüne dökülen alçının soğumasını bekledik. Ben yan odadan vaktin geldiğini içeriye bağırdım.

Çıkartın maskı!

Kısa bir sesliğin ardından bir çığlık sesi ve Kutlu'nun Oda'dan dışarıya fırladığını gördüm. Koşarak Odaya daldım Ne oluyor? diye sordum!

Ozan'ın maskı yüzende çıkartılırken, sinirlerin gerilmesi nedeniyle ayaklarının oynadığını, Kutlu'nun bundan etkilenerek dışarıya fırladığını söylediler.

Büyük Ozan ölmüştü geriye gelmesi imkansızdı! Kutlu'nun yanına gittim, O'nu teskinleştirdim. Ama o uzun bir süre bu olayın etkisinden kurtulamadı!

Aslında bunlar belki de onların arasında ki tatlı atışmalardı. İkisi de Sivas'ın yetiştirdiği büyük değerlerdi.

Allah rahmet eylesin.

Sivas tarihi onları hiç unutmayacak.

Peki sonra ne oldu? Bunu da yazalım ve o dönemin koşullarında bugün hala kullanılan o maskın ne olduğunu da yine Kutlu Özen'in kaleminden aktaralım:
Aradan tam dokuz yıl geçti. Kimse aldığımız kalıbı arayıp sormadı bile. Geçen ay, Sayın Vali Yardımcısı Rahmi Yaldız Bey’i ziyaret ettiğimde:

– Sayın Rahmi Bey, gazetelerden okuyup öğrendiğime göre Aşık Veysel’in evi müze haline getirilmiş, biz bundan dokuz yıl önce Aşığın maskını almıştık, Veysel’in maskı müzeye konulursa iyi olur, demiştim. Sayın Rahmi Yaldız da:

– Kalıp kimde?…, diye sorunca:

– Sayın Kültür Müdürü Selahattin Aydemir’den sorunuz; çünkü bu işle o ilgileniyor, demiştim.

Birkaç gün önce (24 Mart 1982) Sayın Sivas Valisi Şükrü Er’e verilen, Aşık Veysel Müzesi’ne ve Aşığın mezarına konulan maskın  dişi kalıbı bu kalıptır. Görüldüğü gibi Aşık Veysel’in yüzünün kalıbı bir ekip çalışması sonucu alınmıştır. Bu hizmette herkesin payı vardır.